• Dr. İnanç A. Sözer

Küresel genişleme dönemi sona eriyor

21.06.2021 Cuma 18:08
Salgının belirginleşmesiyle birlikte, başta ABD Merkez Bankası (Fed) olmak üzere küresel çapta tüm ülkelerde para ve maliye politikalarının agresif bir şekilde genişlemeci önlemleri hayata geçirdiğini görmüştük. Önceki yazılarımda değindiğim üzere, salgından çıkmamızı sağlayan iyileşen sağlık koşulları sonrası atılan normalleşme adımları kaçınılmaz olarak para politikasında da genişlemeci dönemi geride bıraktıracaktı. Önden riskleri görerek olağanüstü miktarda para basan ve faizleri düşüren Fed, normalleşme döngüsünde proaktif davranarak geçen haftaki toplantısında tam da beklediğim gibi “güzel günlerin” geride kaldığını duyurdu. Mart ayında ABD’de politika faizinin 2023’te dahi artmayacağı öngörülürken, Haziran ayı itibarıyla 2023’te iki faiz artırımı gerektiği vurgulandı. Ayrıca salgın süresince basılan likiditenin de kuvvetle muhtemel yıl bitmeden geri çekileceğinin sinyali verildi.

Finansal piyasalardaki fiyatlamalarda adil fiyatı yansıtmayan aşırıya kaçma hali sık sık karşılaşılan bir durumdur. Fed’in salgın süresince izlediği politika duruşunu sanki hiç değiştirmeyeceğini uman piyasa, toplantı sonrası kararı, bu sefer de aşırı şahin okuduğu için başka bir aşırılığa kaçtı ve salgında basılan likiditenin çoğunlukla aktığı emtia fiyatlarında keskin bir düzeltmeye yol açtı. Temel (bakır vd.) ve değerli (altın, gümüş vd.) metal fiyatları %10’u aşan düşüşler kaydederken, ABD’de tahvil faizleri kısa vadelilerde 2 misline yakın yükseldi ve uzun vadelilerde ise Şubat seviyelerine geri döndü. Tüm bu fiyatlamalar riskten kaçınma eğilimi ile yeni haftaya başladığımıza işaret ediyor. Artık Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin arkasından esen bir genişlemeci para politikası rüzgârı yok, bilakis rüzgâr karşıdan esiyor ve bu sürece hazırlıklı giremeyen ülkeler için riskler daha ön planda olacaktır.

Büyüme ile mutluluk arasındaki ilişki

İki hafta önceki yazımda reel büyüme oranlarına fazla önem atfetmenin doğru olmadığını ifade edip mutluluğu da her ne pahasına olursa olsun temin edebilmemiz gerektiğini vurgulamıştım. Yaklaşık iki aydır süregelen haftalık yazılarım arasında en çok geribildirim aldığım yazılardan biri olduğu için gelen reaksiyonlardan anlıyorum ki büyüme rakamları ile mutlu olmayan kesimlerin duygularına tercüman olmuşum. Ne tesadüftür ki geçen hafta küresel ekonomi çevrelerinin en etkin isimlerinden, Financial Times gazetesinin başyazarı Martin Wolf da benzer bir uyarıyı daha sert bir dille yaptı:

“Her şeyinizi sadece tek bir bileşik göstergeye bağladığınız zaman, o göstergenin açıklayıcılığını kaybettiğini düşünüyorum. Bu yüzden olayları daha iyi anlayabilmemiz için büyümenin yanı sıra mutluluk ve karbon salınımı düzeylerini de kullanmamız gerektiğini düşünüyorum.”

Mutluluk bireyden topluma yayıldığına göre, herkes kendi mutluluğu için istediği/inandığı yolda yürümeli ancak politika yapıcılar da kantitatif ekonomik veriler kadar kritik bir kalitatif veri olarak ülkedeki mutluluk düzeyini düzenli olarak gözden geçirip dersler/eylem planları çıkarmalıdır. Mutluluğu engelleyen faktörlerden biri alım gücündeki erime ve refah düzeyi ise, TÜİK’in geçen hafta açıkladığı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması sonuçlarından da görülebileceği üzere, bunun ana nedenlerinden biri yüksek enflasyondur. Ekonomistler olarak mevcut koşullar altında onca ekopolitik gündem arasında enflasyonla mücadeleyi önceliklendirmemiz de bu yüzden…



Gelir dağılımı eşitsizliği olarak en çok kullanılan göstergelerden biri olan Gini katsayısı, 0 ile 1 arasında bir değer alır ve sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımında adaleti, bire yaklaştıkça ise gelir dağılımında bozulmayı ifade eder. TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 2020 yılında gelir adaletsizliği 11 yılın, yoksulluk oranı da 9 yılın zirvesine ulaştı. Mevcut enflasyon görünümü ile değerlendirildiğinde, salgın etkilerine de bağlı olarak, seneye daha da kötü bir tablonun açıklanacağı maalesef kesin gibi… 2020 yılı itibarıyla ayda 5 bin TL geliri olan, Türkiye’nin en zengin ilk %20’si arasında yer alıyor. En zengin ilk %10 kesimden biri olmanız için ise ayda 11.384 TL geliriniz olması kâfi. Toplumun gelir dağılımına göre sınıflandırılmasına bakıldığında, ayda en fazla 868 TL gelirle yaşayan ülkedeki en düşük gelire sahip %20’lik dilimin nüfustaki payının %47,5’e ulaşmış olması, memleketçe fakirleştiğimizi daha belirgin bir şekilde ortaya koyuyor. Gelir adaletsizliği tüm dünyada artan bir kaygı olsa da alım gücündeki erimenin beraberinde hayat pahalılığı da ön plana çıkınca mutsuzluk kaçınılmaz oluyor. Temel ihtiyaçları karşıladıktan sonra yaşam standardını belirleyen insanın kendisidir, buna bağlı olarak mutluluğu veya mutsuzluğu seçen de… Hayat herkese aynı imkânları sunmuyor elbette ama mutlu olmayı insan doğrudan ya da dolaylı olarak kendisi seçiyor.

Unutmayalım ki, zenginlik mutlu edebilir ama mutlu olmak zengin olmak değildir. Mutluluk; ne istediğine ve neyin mutlu edeceğine iyi düşünerek karar verip, inanmayı ve bu uğurda durmaksızın çalışmayı gerektirir. Elbette vatandaşlar kendi öz değerlendirmelerini yaparken, toplum bilimciler ve siyasetçiler de vatandaşların bu halini dikkate alarak makro çerçeveyi dizayn etmelidir. Mutluluk, gelir dağılımı, enflasyon ve makroekonomik istikrarı tesis etme amacıyla tercih edilen değişen politikalar ekseninde yapılacak analizlerde, işin aslı bugünkü geldiği seviyeleri dikkate alırsak TL’nin reel düzeyi de kişi başına milli gelir de zamanı son yıllarda ziyan ettiğimize işaret ediyor. Daha da önemlisi, küresel genişlemeci politikaların sona erdiğini vurgulayan Fed’in geçen haftaki güçlü politika sinyali kısa vadeli görünümü biraz daha zorlaştırıyor.

Yazarın Önceki Yazıları