• Dr. İnanç A. Sözer

Risk primimiz neden düşmüyor?

28.08.2021 Cuma 10:20
Aslında başlıkta karakter kısıtı olmasa soruyu şöyle sormak gerekirdi: “Madem revizyonlarla kısa vadeli dış borcumuz 26 milyar dolar seviyesine düştü, IMF’nin sermaye artırımından payımıza düşen dövizlerle de döviz rezervimiz 6,4 milyar dolar arttı yani dış finansal kırılganlıklarımıza dair göstergeler bir ayda %30 iyileşti o zaman ülke risk primimiz neden iyileşmiyor?” Türkiye ekonomisinde mevcut koşullar altında ana sorunlarından biri bu sorunun cevabında gizli! Zira bu cevapla yüzleşip gerekli adımlar atılabilirse hem enflasyonun tek haneli seviyelere düştüğünü hem halkımızın refah seviyesinin arttığını görebiliriz. 

Önceki yazılarımda Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB’nin) ankete dayalı veriler içeren dış borç stoku rakamlarını güncelleyebileceğinden bahsetmiş biri olarak, yapılan revizyonların kimi kesimler tarafından art niyetle sorgulanmasına karşı çıktığımı ve bu tarz yorumları makul bulmadığımı söylemem gerekir. Çok büyük bir iyileşmeye yol açan ilgili revizyonların özünde üç temel neden var:

1) Revizyonların en büyük katkısı, ihracat alacakları ve ithalat borçlarının firmalardan doğrudan raporlanmaya başlaması ile oldu. Revizyondan önce bu veriler, dış ticaret kredileri Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayımlanan ödeme şekillerine göre ihracat ve ithalat verileri ile bankalardan raporlanan vadeli dış ticaret işlemlerini ve ortalama vade varsayımı dikkate alınarak raporlanıyordu. Bu nedenle Türkiye’nin ithalatında yapısal bir değişiklik olmamasına rağmen revizyondan önce hesaplanan yöntemle ithalat borçları kayda değer bir şekilde yükseliyordu. Revizyonla beraber bu varsayımın yanıltıcı olduğu ve gerçekte böyle bir borç olmadığı da ortaya çıkmış oldu. Zira ithalat borçlarının ithalata oranı 2020 yılında gelişmekte olan ülkelerde %13, gelişmiş ülkelerde %10 iken Türkiye’de %26 ile makul olamayacak kadar yüksek bir düzeyde olduğu varsayılıyordu. Bu durumda ithalatta hiçbir ülkeye tanınmayan vade imkânı Türkiye’ye tanınmış gibi ortaya çıkan yanılgı bu sayede düzeltilmiş oldu. 

2) Yurt dışı yerleşiklerin mevduatlarında vade ayrımı yapılarak uzun vadeli mevduatlar kısa vadeli dış borç kapsamından çıkarıldı.

3) Uluslararası metodolojiye uyum çerçevesinde, menkul kıymetlerin sahiplik tanımında yasal sahiplikten ekonomik sahiplik esasına geçildi. Bir bankaya ait menkul kıymet (Eurobond, DİBS) yurt dışı yerleşik ile repo veya ödünç verme işlemi sonucu el değiştirdiğinde, eski uygulamada DİBS’ler için yasal sahiplik, Eurobond’lar için ise ekonomik sahiplik esas alınmakta iken yeni uygulamada DİBS’ler için de ekonomik sahiplik esas alınmaya başlandı. Bir menkul kıymetin ekonomik sahibi tüm risk ve faydaları taşıyan taraf olarak tanımlanıyor. Bu yeni tanım ve uygulama gereği, repo yoluyla sağlanan yurt dışı kaynaklar ve fonlar, banka için kredi yükümlülüğü olarak kaydedilecek. Repo konusu menkul kıymetlerin ekonomik sahibi ise banka olmaya devam edecek. Dolayısıyla bankalar eskiden borçlandığında borç tutarı iki defa kayda geçiyor gibi iken, artık teminat olarak verilen varlıkların risklerinden nihayetinde bankalar etkilendiği için ekonomik sahiplik dikkate alınarak bir dış borç olarak istatistiklere girmemiş olacak.

TCMB’nin kendi analizleri ile ortaya çıkan daha yüksek ihracat alacağı ve daha düşük ithalat borcu, keza yurt dışı mevduatların uzun vadeli mevduatlar olması akla yatkın geldiği gibi TCMB’ye bu konuda güvenmemizin de daha rasyonel bir tercih olacağı kanaatindeyim. Bu kapsamda yapılan revizyonlardan sonra firmaların net döviz pozisyon açığı 37 milyar dolar, kısa vadeli dış borç stoku 26 milyar dolar azalarak Haziran ayı itibarıyla sırasıyla 128 milyar dolar ve 131,6 milyar dolar seviyesine geriledi. 
 
 
Son revizyonların ardından ortaya kritik bir sonuç çıkıyor: Yabancı yatırımcı marjinal fiyat belirleyici, algıyı yöneten/yönlendiren bir katalizör olarak hayati öneme sahip olsa da Türkiye’de dövizi şekillendiren yerli yatırımcının güveni ve tercihleridir. Türkiye ekonomisinin ısrarla vurguladığım uzun vadede sunduğu yüksek potansiyele işaret etmesi açısından bu sonuçlardan mutlu olsam da “ne oldu da son yıllarda yerli yatırımcılara kendi ülkesinin para birimine güvenmeyi aşılayamadık ve bunun sonucunda reel sektörün de bankacılık sektörünün de ve hatta kamu sektörünün de maruz kaldığı ağır faturalara sebep olduk” çıkarımı beni üzüyor. Bazen madalyonun diğer yüzünden bakmak daha doğru analiz yapmaya imkân sağlar. Hep kur riskinden bahsediyor olmakla beraber memleket olarak sorunumuz belki de dövizin kıtlığından daha çok TL’ye güvenin azlığıdır. Ortaya çıkan özet niteliğinde bu tabloyu incelediğinizde sizin düşünceniz nedir? Son verilere göre, Türkiye’de reel sektörün 1 yıldan kısa vadeli döviz yükümlülüklerine göre 58 milyar dolar döviz fazlası (toplamda ise 128 milyar dolar döviz açığı), 230 milyar dolar döviz mevduatı, kısa vadeli toplam dış borç stoku kadar brüt döviz rezervi var. Gelin görün ki TL reel olarak en düşük seviyesinde, ülke risk primi (5 yıllık kredi temerrüt takas primi) de üç yıl öncesinin 2 katı yükseği ile Arjantin ve bazı Afrika ülkeleri ile aynı seviyede. Sahi madem kendi dövizimiz kendi ihtiyaçlarımıza kısa vadede yetiyor, biz böylesine ağır bir maliyetle neden yüzleşiyoruz? 

Yazarın Önceki Yazıları